top of page

Özel Olan Politiktir: Medeni Kanunun "Süresiz Nafaka" Düzenlemesi

  • hilalyurthy
  • 3 Şub 2020
  • 8 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 3 Ağu 2023


Ankara Barosu Dergisi, Yıl:78, Sayı:2020/2, ISSN 1300-9885


Özel Olan Politiktir: Medeni Kanunun "Süresiz Nafaka" Düzenlemesi İkinci Dalga Feminizmin Anti-Liberal Bir Mirası Mı, Yoksa Hak Arama Hürriyetinin Asgari Ölçüde Bir Tezahürü Mü?






Özel Olan Politiktir: Medeni Kanunun "Süresiz Nafaka" Düzenlemesi İkinci Dalga Feminizmin Anti-Liberal Bir Mirası Mı, Yoksa Hak Arama Hürriyetinin Asgari Ölçüde Bir Tezahürü Mü?


Av. Hilal Yurt*

Özet

Siyasi ve politik söylemlerde, mülkiyet hakkının ölçüsüz olarak sınırlandırılmış olması neticesi doğurduğundan bahisle, "süresiz nafaka" adıyla bilinen yasal düzenleme sıklıkla tartışma konusu olmuş ve günümüz itibariyle muhtelif yasa değişikliği teklifleri ile bu husus Parlamento nezdinde gündem olmuştur. Bu yazıda; popüler söylem itibariyle "süresiz nafaka" düzenlemesi olarak bilinen; Türk Medeni Kanunu'nun 175. maddesinde boşanmanın sonuçlarından biri olarak düzenlenmiş olan "yoksulluk nafakası"nın; sosyoloji ile hukuk ilkeleri bakımından interdisipliner bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Söz konusu kanun maddesinin; aile içi iktidar ve ekonomi ilişkilerinin politik olarak değerlendirilmesi ve müteakiben yasal düzenlemelere konu olmasına öncülük eden İkinci Dalga Feminizmin "Özel Olan Politikir" argümanı başta olmak üzere muhtelif başat önermeleri çerçevesinde sosyolojik okuması yapılmış; karşıt söylemlerin dayanağı olan hukuki menfaatler ile bahsi geçen sosyolojik ilkelerin hukuk ilkeleri zemininde karşılaştırması yapılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Yoksulluk Nafakası, İkinci Dalga Feminizm, Medeni Hukuk, Sosyoloji, Hukuk Sosyolojisi

Özel hukukta hakim olan düşünceye göre, evlilik müessesesi hukuki niteliği itibariyle, taraflarının, objektif olarak düzenlenmiş olan bir statüye girmeyi kabul ettikleri birer aile hukuku sözleşmesidir.

Evlilik statüsünün kurulması prosedürleri başta olmak üzere; resmi otoriteler tarafından tarafların sözleşmeye yönelik iradelerinin açıklanması gerekliliği, evliliğin şekli olarak bir merasime bağlı oluşu gibi, kanunun evlilik statüsü için öngördüğü şartların yerine getirilmesi gerekliliği göz önünde bulundurulduğunda; birçok sözleşme türünün aksine evlilik söz konusu olduğunda; tarafların ilişkilerini ve akitlerini diledikleri gibi düzenlemekte serbest olmadıklarından söz etmek mümkündür. Tıpkı evliliğin kuruluşu gibi evliliğin sona erme halleri de, koşulları ve sonuçları ayrıntılı olarak Medeni Kanun'da düzenlenmiştir.


Bugün güncel tartışmalara konu olan, popülist söylem itibariyle "süresiz nafaka" olarak bilinen düzenleme ise, yine Medeni Kanun'un evlenmenin sona erme hallerinden olan boşanmaya ilişkin öngördüğü neticelerden biridir. "Süresiz nafaka" olarak bilinen; "yoksulluk nafakası"na ilişkin yürütülen tartışmalar; söz konusu düzenlemenin evliliğinin tarafı olan erkek bireylerin mülkiyet hakkının, kadın bireylere yapılan maksadını aşan pozitif ayrımcılık neticesinde ihlal edilmesine yol açtığı ve bu yolla erkekleri, kadınların mali sömürüsüne maruz bıraktığı yönündedir.


"Süresiz nafaka" konusunda ileri sürülen söz konusu iddiaların hukuka uygun herhangi bir mesnet taşıyıp taşımadığı hususununda değerlendirme yapabilmek için, öncelikle kanun koyucunun düzenlemelerine dayanak olan sosyolojik verileri okumak ve hukuk ile sosyoloji arasında disiplinler arası bir metot takip etmek faydalı olacaktır. Bu nedenle; söz konusu düzenlemeye ilişkin kanun koyucunun gözetmiş olduğu ilkelerin sosyolojik okumasından önce söz konusu kanun maddesinin tam olarak neyi ihtiva ettiği ve ne anlama geldiğini dile getirmek gerekmektedir.


Zira; "süresiz nafaka"ya ilişkin düzenlemelerin bir takım hak ihlallerine neden olduğuna ilişkin yukarıda anılan iddiaların; hak ihlaline maruz kalan bireylerin erkek cinsinden ibaret olduğuna ilişkin verili bir varsayımı vurguladığı göz önünde bulundurulduğunda; söz konusu hak ihlali iddialarının büyük ölçüde mizojinist, ataerkil ve konformist çevreler tarafından dile getirildiğini tahmin etmek zor olmayacaktır. Dolayısıyla öncelikli olarak, söz konusu düzenlemelerin cinsiyetlere yönelik yaptırımları ihtiva eden içerikleri haiz olduğu yanılgısının popüler söylemdeki hakimiyetinin gerçeği yansıtmadığını belirtmek gerekmektedir.

Nitekim 8 Aralık 2001 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun ilgili maddesinde aynen;

Yoksulluk nafakası

Madde 175- Boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka yükümlüsünün kusuru aranmaz. denilmektedir.

Söz konusu düzenlemede açıkça; evliliğin boşanma nedeniyle sona ermesi halinde; yoksulluğa düşen tarafın daha ağır kusuru olmaması koşuluyla diğer taraftan; hakimin tarafların mali durumuna göre takdir edeceği miktarda; irat yahut koşullarının oluşması halinde peşin olarak ödenecek şekilde geçimini sağlamak üzere "yoksulluk nafakası" isteyebileceği ifade edilmektedir. Kanun maddesinin lafzından açıkça anlaşıldığı üzere; kanun koyucu eşler arasında yoksulluk nafakası talebi yönünden cinsiyet ayrımı yapmamaktadır. Ancak "süresiz nafaka" düzenlemesine ilişkin yukarıda anılan güncel tartışmalarda ileri sürülen hak ihlali iddialarının kanunun açık lafzına rağmen, neden "erkek eş/koca" öznesi endeksli olarak dile getirildiğini anlamak hiç de zor değildir. Bilakis bu iddiaların -medeni kanun lafzı ile- "koca" odaklı olarak şekillenmesi; kanun koyucunun söz konusu düzenlemeler ile gözettiği gayenin; düzenlemelere gerekçe olan sosyolojik nedenler bakımından ne kadar isabetli olduğunu adeta ortaya koyar niteliktedir. Şöyle ki:

Heteronormatif düzene göre cinsiyet terimi, kadın ya da erkek olmanın biyolojik yönünü ifade eder. Oysa erkek ve kadın olarak farklılığımız ve belirlenmemiz sosyo-kültürel bir olgudur. (Gündüz, 2018:7) Bu da toplumsal grupları dile getiren bir kategori olan aynı zamanda bu grupların mensuplarının psikolojik ve davranışsal özelliklerine göndermede bulunan toplumsal cinsiyet kavramı ile tanımlanmaktadır.

Joan Scott'a göre toplumsal cinsiyet, cinsler arası farklılıklara dayanan toplumsal ilişkilerin kurucu bir elementidir ve güç ilişkilerinin belirtilmesinin asli yoludur.

İnsanlık tarihinin toplumsal cinsiyet kategorilerine ilişkin en kadim ve yaygın iktidar modeli olan erkek egemen sistem yapısı; özel yaşamdan kamusal yaşama, tüm kurumlarda ve söylem biçimlerinde kadınlar üzerinde etkisini sürdürmektedir. Bu düzende baskı ve denetim mekanizmasının en somut gerçekleştiği yer kadının bedenidir. Beden din, yasalar, ahlak kuralları üzerinden tahakküm altına alınır, nesneleştirilir. (Gündüz, 2018:7)

Söz konusu iktidar ilişkisinin temelini oluşturan, kültürel ve moral önkabul ve varsayımlar Berktay’a göre genel olarak şöyledir:

“Kadınlar ve erkekler, yalnızca biyolojik olarak değil, ihtiyaçları, yetenekleri ve işlevler bakımından da farklıdırlar. Ayrıca, kadınlar ile erkekler arasında, nasıl yaratıldıkları ve Tanrı’nın onlara verdiği toplumsal işlevler açısından da fark vardır. Erkekler ’doğal olarak’ daha güçlü ve akılcıdırlar, dolayısıyla egemen olmak ve hükmetmek için yaratılmışlardır. Buradan, erkeklerin siyasal olanı, devlet temsil etmeye daha elverişli oldukları sonucuna varılır. Kadınlar ise ’doğal olarak’ daha zayıf, akıl ve rasyonel yetenekler açısından daha aşağı, duygusal bakımdan dengesizdirler, bu da onları güvenilmez ve siyasi katılım açısından elverişsiz kılar. Dolayısıyla, siyasal/kamusal alanın dışında kalmaları gerekir. Erkekler rasyonel zihinsel yetenekleriyle dünyayı yorumlarlar ve düzene sokarlar. Kadınlar, çocuk doğurma ve yetiştirme yetenekleri dolayısıyla günlük yaşamın türün yeniden üretilmesi işlevini üstlenirler. Her iki tür işlev de önemli kabul edilmekle birlikte, erkeklerin işlevinin daha üstün olduğu varsayılır. Başka bir deyişle, erkekler „aşkın“ (transcendent) etkinliklerle, kadınlar da – alt sınıfların her iki cinsten mensupları gibi- „içkin“ (immanent) etkinliklerle uğraşırlar. Aynı şeyi farklı biçimde ifade edecek olursak, erkekler ölümsüz kültürel ürünler yaratırken, kadınlar ölümlü bedenler yaratmakla daha „aşağı“ bir iş yapmış olurlar! Erkekler, insanlar ile Tanrı arasındaki dolayımı kuran öznelerdir; kadınlar, Tanrı’ya erkekler dolayımıyla ulaşırlar“(Berktay, 1996: 26).

Bütün bu varsayımlar dini, kültürel, moral atıfları itibariyle kolektif ve kutsal bir nitelik kazanarak değişmez kabul edilir ve elbetteki ardından yasalara dâhil edilir.

Toplumsal yaşamın en mahrem alanlarından en kamusal alanlarına kadar sirayet eden bu sosyo-kültürel kategorizasyona yönelik ilk mücadele hareketi, 18. yüzyılın sonları ile 19.yüzyılın başından itibaren yeşermeye başlayan feminizmin birinci dalgası olarak adlandırılan siyasi bir hareket niteliğindeki kadınların oy hakkı mücadelesidir.

1970'li yıllarda gelişen ikinci dalga feminizm ise birinci dalga feminist hareket gibi sadece siyasi alanda eşitlik talebine değil, patriyarkal bir sistemde bu eşitliğin olanaksızlığına dayanır. (Fougeyrollas-Schwebel, 2009:171). 70’li yıllar feminizminin ayırt edici özelliği, “biyoloji kaderdir” anlayışına meydan okumaktadır. Dönemin öncü isimlerinden Simone de Beauvoir; kadın olmanın daha çok toplumsal öğretilerle belirlendiğini “kadın doğulmaz kadın olunur” cümlesiyle ifade ederek, cinsiyetler arasındaki ilişkinin eşitsizliğini tüm yönleriyle vurgulamış ve bunun “doğal” olmadığını ileri sürmüştür. Ona göre, tahakküm ilişkisi her toplumun ve her dönemin tarihinde vardır ve kültürel olarak kurulmuştur. (Gündüz, 2018:7)

İkinci dalga feminizm ise erkeklere kadınlar adına konuşma hakkını tanımayan, erkeklerin olmadığı bağımsız kadın grupları anlayışı ve “özel olan politiktir” önermesini ortaya çıkararak; kaynakların, hakların ve gücün paylaşıldığı, bu ilişkilerin oluştuğu ve değiştiği mecra olan politika alanını dönüştürmeyi öngörmüştür.

İkinci dalga feminizme göre siyasi pratikler, söylemler ve bu pratik ve söylemlerle şekillenen yasalar, toplumda kadın ve erkek rollerinin tanımlanmasında ve toplumsal cinsiyet ilişkilerinin alacağı biçimde oldukça etkilidir.

Kişisel olan politiktir önermesi, aile ilişkiler ve kadının ev içi emeği gibi kişisel ve özel alana ilişkin gibi görülen alanların da güç mücadelesinden ve hiyerarşik ilişkilerden bağımsız olmadığının altını çizer. Dolayısıyla, eğer evde, ailede, aşk ilişkisinde, evlilikte güç varsa, iktidar varsa, hiyerarşik ilişkiler ve eşitsiz bölüşüm varsa, o zaman siyaset vardır; aile politiktir, evlilik politiktir, aşk politiktir. (Gündüz,2018:7)

Böylelikle feministler, kişisel ya da mahrem sayılan, politikanın dışında görülen, özel alana ilişkin olduğu düşünülen alanların ve ilişkilerin de siyasetin ve kamusal tartışmanın br parçası olması gerektiğini savunarak; bugün pozitif hukukta ve uluslararası sözleşmelere konu olan birçok düzenlemenin sosyolojik ve felsefi temellerinin atılmasına vesile olmuşlardır.

Türk Medeni Kanunu'nunda düzenlenen "yoksulluk nafakası" düzenlemesinin de; muhtelif "politik" gerekçelerinin olduğu aşikardır.

Nitekim aile içindeki iktidar ilişkileri de, aile içinde kurulan toplumsal cinsiyet rollerinin biçimlenişi üzerinden inşa edilmektedir.

Yaşadığımız coğrafyada da hakim olan aile müessesinin şekillendirdiği paradigmaya denk düşen "anne/kadın eş" rolünde kadınlar; ev işi adı altındaki parasal karşılığı olmayan görünmeyen emeği gönüllü olarak, üstelik evin dışında ücretli bir işte çalışsalar dahi üstlenmektedirler. Ev emeği aile içinde görünmezdir, emek ve üretim olarak adlandırılmaz. Toplumun kadın eşe yüklemiş olduğu fedakar, cefakar, altruist; yaşamını aile hayatına, ailesinin ihtiyaçlarına vakfetmiş, günlük rutini tümüyle çocukları başta olmak üzere ailesinin ve eşinin günlük ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olan eş rolünün karşılığında; erkek eşe yüklemiş olduğu sorumluluk ise; aileyi sosyal yaşamın içinde temsil etmek, ailenin ekonomik varlığını sürdürmekten ibarettir.

Ne yazık ki; toplumun geneli için bahsedilen aile profilinin dışında bir iktidar ilişkisinden bahsedilmek pek mümkün değildir.

Bu haliyle evlilik kurumu içindeki sorumluluklar ve yükümlülükler, evlilik birliğinden doğacak olan yahut doğması beklenen menfaatin dağılımında da önem arz etmelidir.

Zira evlilik; geleneksel görünümü ve yaygın uygulaması haliyle; sosyo- ekonomik vaat ve menfaatleri içeren, sosyo- ekonomik bir aile hukuku sözleşmesidir.

Pozitif hukukun ise; toplum yapısının dinamiklerinden, toplumun gerçeklerinden bağımsız bir ideali yahut münhasır bir disiplini uygulaması beklenemez. Keza Yasa Koyucu'nun ilgili düzenlemeleri yaparken; Aile Hakimi'nin ise, aile birliğinin boşanma iradesiyle sona erdirilmesi talebini çözüme kavuşturmakta olduğu bir davada karar verirken, aile kurumunu meydana getiren sosyolojik koşulları da göz önünde bulundurması gerektiği tartışmasızdır.

Bu itibarla; evlilik müessesi içinde şayet; aile dışındaki sosyal yaşamda kendi ekonomik varlığını inşa eden, kendini gerçekleştiren, dinamik ve değişken sosyal hayatın getirilerine açık olan, hayatın akışı içerisinde kendini sürekli geliştirme fırsatına sahip olan, sosyal ödüllere açık olan erkek eş; bu sosyal tecrübeleri rahatlıkla yaşayabilmesine imkan tanıyan, aile düzenindeki istikrarı, temizlik, yemek gibi zaruri ihtiyaçların düzenli olarak karşılanmasını, istikrarlı bir güven ortamının sağladığı huzur gibi konforlu etmenlerini kadın eşin aile hayatı içindeki "görünmeyen emeği" karşılığında temin ediyorsa - ki yaygın sosyal yapı bu durumdadır-; evlilik adı altındaki sosyo-ekonomik sözleşme kapsamında; erkek eşin, kadın eşten sağladığı sosyo-ekonomik menfaat karşılığında sosyo-ekonomik bir takım borçlarının da olacağı her türlü izahtan varestedir.

Standart bir evlilik ilişkisinde; kadın birey kendi yaşamını ve günlük rutinin tamamını aile fertlerinin ortak zaruri ihtiyaçlarının giderilmesine adamakta; diğer aile fertleri ise bu konfor düzenin de üstünde bir sosyal yaşama açılarak hem ekonomik hem sosyal kazançları deneyimleyebilmektedirler. Elbette ki, taraflar evlilik hayatları içerisinde ne denli özveride bulunacaklarını kendileri takdir edebilme hürriyetine sahiptirler. Ancak geleneksel öğretilerin baskınlığı karşısında direnç gösteren evlilik ilişkilerinin istisna olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.

Bu itibarla; evlilik kurumunun yaşam boyunca sosyo-ekonomik birliktelik vaadini içeren bir sözleşme olduğu gözetildiğinde; bu birlikteliğin sona ermesine kendi kusuru ile sebebiyet verenin; diğer eşin sosyal fedakarlıkları karşısında türlü sosyo-ekonomik menfaatler sağlamış olması halinde diğer eşe yönelik ekonomik taahhüdünü yerine getirmekle yükümlü olacağı; hukukun temel ilkeleri gereğince tartışmasızdır.

Keza bahsedilen gerekçeye dayanan nafaka müessesesinin süresiz olması yine hakkaniyet ilkesinin bir gereğidir. Söz gelimi bahsedildiği türden; kadının içkin, erkeğinse dışkın etkinliklerle uğraştığı bir evlilik kurumunun uzun yıllar sonra boşanma ile sona ermesi halinde; insan yaşamının sosyo-ekonomik varlık inşa etmeye müsait olan sınırlı yaş dilimini; aile kurumunun menfaatine vakfeden eşin; bu yaş dilimini geri getiremeyeceği ve diğer eşin bu süreçte kazanmış olduğu edinimlerin benzerini dahi yeniden kendi başına edinemeyeceği ve eşlerin kendi aralarındaki sosyo-ekonomik sözleşmeye ve kabule göre bir tarafın sosyo-ekonomik fedakarlığından faydalanarak diğerinin inşa ettiği sosyo-ekonomik varlıktan, fedakarlık gösterinin boşanma halinde mahrum kalacağı açıktır.


Pozitif hukukun, kanun düzenin ve hukuk devletinin görevi ise toplumun sosyolojik gerçeklerini gözeterek, ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte adalet duygusunun tatminini sağlamak olduğundan; yukarıda ayrıntılı olarak izah edilen muhtemel haksızlıkların önüne geçmek adına "süresiz nafaka" düzenlemesinin uygulanmasında iddia edildiğinin aksine hakkaniyete aykırı bir durumun bulunmadığı görünmektedir.

Diğer yandan belirtmek gerekir ki; "süresiz nafaka" boşanmanın mutlak bir sonucu olmayıp, Aile Hakimi'nin somut durumun koşullarına göre takdir edeceği bir neticedir. Yukarıda izah etmeye çalışmış olduğum sosyolojik nedenlerle; "süresiz nafaka" kurumu; kusurlu ve ekonomik gelirli olan eşin mülkiyet hakkının karşısında; diğer eşin, yaşam boyu süreceği inancıyla evlilik birlikteliğine güvenerek muhtelif sosyo-ekonomik fedakarlıklarda bulunmuş olması neticesinde "kendini gerçekleştirememesi" ve kendini gerçekleştirebileceği yaşam dönemini çoktan evlilik birliği içinde harcamış olmasının doğurmuş olduğu kişisel hak mahrumiyeti bulunduğundan; hakların çatışması durumunun ortaya çıktığı, ölçülülük, denge ve orantılılık ilkeleri gözetildiğinde ise hakkaniyet gereği yoksul kalan eşin ekonomik menfaatinin öncelenmesi gerektiği açıktır.

Son olarak belirtmek gerekir ki; evlilik yetişkinler arasında, sosyal sorumluluklarını idrak edebilecek kişiler arasında meydana gelmektedir -yahut öyle olması beklenmektedir-. Şüphesiz ki, evlenen çiftlerin tamamı bu birlikteliklerinin yaşam boyu devam edeceği temennisi ve beklentisi ile evlenmektedirler. Evlilik birlikteliği içinde paylaşılan karı-koca rolleri ve bunların üstlendikleri sorumlulukların yaşam boyu süreceği inancıyla tesis edilen aile hukuku sözleşmesi kapsamında eşlerin birbirleri üzerinde bu beklenti nedeniyle yapmış oldukları edimler karşısında bir takım hak ve beklentilerinin mevcut olması ise özel hukuk prensiplerinin ve sosyal yaşamın bir gereğidir.

Özel olan her şey belki politik olmayabilir; ancak pozitif hukuk toplumun adalet ihtiyacına cevap vermek mecburiyetindedir.



Kaynakça

· Sayılıgil Gündüz, Feryal Delfin, (2018), Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları, İstanbul Üniversitesi.


· Berktay, F. (2000). Tektanrılı Dinler karşısında Kadın-Hristiyanlıkta ve İslamiyette Kadının Statüsüne Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım, 2. bs., İstanbul: Metis Yayınları.


· Fougeyrollas-Schwebel, Dominique, (2009), “ Movimentos feministas”. In:HIRATA, Helena & outras, Dicionário crítico do feminismo. SP: Editora UNESP.

Comments


KVKK AYDINLATMA METNİ

© Copyright 2023 Yurt Partners+

ÇEREZ POLİTİKASI

  • LinkedIn
  • Twitter

İşbu internet sitesi, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu'na ve Türkiye Barolar Birliği Meslek Kuralları'na uygun olarak bilgilendirme amacıyla dizyan edilmiştir.  İçerikler avukatlık hizmeti olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bilgilendirme dışında bir amacı bulunmamaktadır. 

 

İnternet sitesindeki tüm içeriklerin telif hakkı yazarına aittir. Yazarın izni olmadan, içeriklerin çoğaltılması, kopyalanması, değiştirilmesi, tamamen alıntılanması yasaktır. İnternet ortamında dofollow link vermek suretiyle kaynak gösterilip kısmi alıntı yapılabilir. 

© 2035 by Knoll & Walters LLP. Powered and secured by Wix

bottom of page